Bu yazı 46 Dergisi'nin "Circus Edition" sayısında yer alan Tak'ıntı adlı köşe yazımın tıpkısıdır.
Bundan yıllar yıllar evvel; ben küçücük bir çocukken; sabah
akşam top peşinde koştururken; Pinokyo bisikletimin üzerinden inmeden dere tepe
düz giderken; camdan bağırıp “1 ekmek alır mısın evladım” diye rica eden
teyzeleri kırmazken; bisküviler açık satılırken; bakkaldan ekmek arası şokella
ya da evden salçalı ekmek almak en büyük ödülümüzken; domates kasalarından kale
yapıp gazoz kapaklarıyla saatlerce futbol, çukurlar kazıp misket oynadığımız
zamanlarda; daha bir sürü bir sürü şey bambaşkayken bir haber aldık…
Mahallenin bütün çocuklarının başına uzay gemisi düşmüş gibi
oldu.
Sirk geliyormuş. “Sirk ne olm?”, “Ben biliyorum sirkin ne
demek olduğunu abim anlatmıştı!”, “E, bize de anlatsana…”, “Biliyodum ama unuttum...”
Derken bir gün bizim çetenin elemanlarından biri kan ter
içinde koşup yanımıza geldi ve bir “son dakika” haberi getirdi. Nefes nefese;
“Sirkin nerede olacağını öğrendim!” dedi. “Bizim mahalle maçlarını yaptığımız
yer var ya…”. Genelde aileler bizi pek oraya yollamak istemezdi. Neden
derseniz, orası o günkü tabiriyle “direksiyon talimi” yapılan boş bir araziydi.
Bir kıyak yapayım size; kafanızdaki imgeler yerli yerine
otursun.
Bahsettiğim arazi; bugün üzerinde Akmerkez’in olduğu arazi.
Sirkin gösteri vakti yaklaşmaktaydı. Arada gizlice gidip
bakıyorduk ne oluyor diye.
Bir gün bir “son dakika” haberi daha geldi: “Koşun çadır
kuruluyor!”
Gittik, baktık; aman Allah’ım; bu kadar büyük çadır da
varmış demek ki dünyada…
Ne yazıyor üstünde? “Büyük Medrano Sirki”… Vay anasını…
“Biz gidiyoz olm
sirke!”, “Hadi lan!”, “Valla olm, babam söz verdi”, “Ya benim babam durumumuz
müsait değil dedi bilet parasını ödemeye”, “Üzülme olm, belki kandırırsın…”
Bakmayın, hepimiz Etiler’de oturuyorduk ama o yılların
Etiler’i bambaşka…
Bugünkü gibi sosyetik bir semt değil. Geneli itibariyle orta
direk aileler oturuyor.
Biz çete olarak gösteri günü hemen hemen tam kadro
oradaydık. Ailelerden ayrı, birlikte oturduk. Heyecandan kalbimiz çıkacak
gibiydi. Işıklar söndü, anonslar yapıldı ve perde…
Önce bir palyaço çıktı. Hepimiz gülmek istiyorduk. Ama
ilkokula başladığımız için kendimizi çok büyümüş gibi görüyor, tutuyorduk.
Ben bir keresinde ansiklopedi karıştırırken bir “ağlayan
palyaço” resmi görmüştüm. Çok etkilenmiştim. Nedense; yüzü gözü boyalı, tuhaf
kıyafetli ve bizi güldürmeye çalışan bu adamın da için için ağladığına inandım.
Sonra cambazlar çıktı… “Bir ipte iki cambaz oynamaz”
diyorlardı, basbayağı oynuyormuş. Onu gördüm.
Tek tekerlekli bisikletçileri gördüm. “Ne var ki? Biz de iki
tekerlekli kullanıyoruz, biraz çalışsak tek tekerlekli de kullanırız” dedim.
Trapezciler; antin kuntin geldi bana. Akrobatlara baktım; “TRT’de
de var jimnastikçiler” dedim. Ta ki
hayvanlar çıkana kadar…
Gerçekten bu kadar “yetenekli” hayvanı bir arada
görmemiştim. Fil, amuda kalkıyordu. Kaplan, ateşten çember içinden geçiyordu. Maymun,
türlü maymunluk yapıyordu. Ormanlar kralı aslan, kamçı sesini duyunca uslu bir
kediye dönüşüyordu.
İnsanlar ne istiyorsa yapıyordu o heybetli hayvanlar.
Sirk işi beni pek sarmamıştı… Eve mutsuz döndüm;
ansiklopediyi açtım. O hayvanların bu emirlere nasıl itaat ettiklerini çok
merak etmiştim.
“Sirk hayvanları zaman
zaman dayak atmak; zaman zaman aç
bırakmak; zaman zaman iplerle, zincirlerle bağlamak; zaman zaman elektrik vermek
suretiyle eğitilirler. Doğal ‘vahşiliklerinden’ temizlenmeleri bu şekilde
sağlanır…”
Ağlamıştım galiba…
Derken bir sabah 12 Eylül oldu. Her taraf asker doldu.
Etiler’den, yani bizim mahalleden bile bir sürü ağabeyi, ablayı aldı götürdü
askerler. Biz bir şey anlamadık; top oynamaya devam ettik.
Bir gün iki teyze konuşurken duydum: “Falanca’nın oğlunu da
içeri almış asker; işkence yapıyorlarmış. Dayak atıyorlarmış, aç
bırakıyorlarmış; iplerle, zincirlerle bağlıyorlarmış, elektrik veriyorlarmış…”
Büyüdükçe; pek çok cambaz, trapezci, palyaço, akrobat gördüm
insanlar arasında…
Ama zaten daha o gün; sirkin iyi bir şey olmadığına kesin
olarak inanmıştım…
Kimin sirki olursa olsun…