31 Temmuz 2012 Salı

“SON” YAZISI…

46 Dergisi'nin 90'lar Özel Sayısı... Çok özel kalemler yazdı... Mehmet Turgut'un objektifinden... Bu benim yazım... Ama daha ne yazılar var....

Küçükken, filmler biterken “SON” yazdığında tuhaf bir hüzün kaplardı içimi. Hiç bitmesin isterdim… O yaşlarda “mutlu son”lar istiyor insan…
Mutlu biten o filmlerin; iyilerin, haklıların mutlaka kazandığı, sevenlerin kavuşup sonsuza kadar mutlu yaşadığı filmlerin devamını niye çekmezler diye düşünürdüm…
Acaba sonra ne oldu? Sondan sonra ne oldu? Mutlu sondan sonra ne oldu?
Mutlu son… Belki hayatımızın bazı anlarının fotoğrafını çeksek ve filmi orada bitirsek… Ama hayatımızın filmini orada bitirmenin ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. Kim gidiyor ki bu dünyadan, “ben olacağım kadar mutlu oldum, tam burada bitirelim hayatı” diyerek... Hep fazlasını arayarak elimizdeki mutluluğun; yüzümüze tokat gibi çarpan acıların arasından slalom yaparak; daha ne kadar yolumuz kaldığını bilmeden çırpınıp duruyoruz… Sanki bir yere yetişecekmişiz gibi… Gidiyoruz… Bu dünya yavaş yavaş arkamızda kalıyor… Tıpkı dönerken bize çaktırmadığı gibi, bizi gönderirken de üfleye üfleye yapıyor bu işi…
80’lere denk gelen çok güzel bir çocukluktan çıkmış; bıyıkları yeni terleyen bir delikanlıydım 90’lara girerken. Üniversite sınavı Demokles’in kılıcı gibi hayatımızın üzerinde sallanıyordu. Yine de mutluyduk… Öğlen teneffüslerinde basket oynayıp sonra kan ter içinde derse dönerken; okul kırıp Çiçek Pasajı’na, matineleri devamlı filmlere giderken gelecekten umutluyduk. Gelecekten… Daha bir sürü “mutlu son” bekliyordu bizi, emindik!
Ben, iyi bir üniversiteye girmek istiyordum. En iyisine girmek istiyordum. Psikoloji okuyacaktım, öğrenecektim. Ama gazeteci olacaktım. Hem; psikoloji işime çok yarardı gazeteci olursam. Bizim haytalar dalga geçerdi benle, “Güzin Abla mı olacaksın oğlum?”…
Her gün, kendi kendime; 1 saat ders çalıştım ama bizim haytaların arasından sıyrılıp istediğimi de aldım. Sonra o güvenle dedim ki kendime; “hayatın boyunca şişkoluktan yıldın oğlum; bak girdiğin üniversitede çok güzel kızlar var!”.
O zaman imkanlar sınırlı… Karatay, Dukan falan yok. Kendi kendime bir diyet uydurdum; Akyıldız Diyeti… Diyetim başarılı oldu.
O arada yıllardır yapmak istediğim şeyi de yaptım. Saçlarımı uzattım. 90’ların ilk yarısı biterken başka biri olmuştum. Sadece bedenen değil. O kadar güçlü hissediyordum ki kendimi… Her istediğimi almıştım. İstediğim üniversite, istediğim bölüm, istediğim beden… Ruhum da bu güzel duruma uyum sağlamak için büyümüştü… Hemen üstüne profesyonel olarak gazeteciliğe başladım üniversitede okurken… Güzin Abla olma yolunda; uzun saçlı yakışıklı bir adam olarak emin adımlarla yürümekteydim.
O yıllarda Karatay, Dukan olmadığı gibi Kuantum falan da yoktu. Ama ben yine deneyerek öğrendim. Ve emin oldum ki gerçekten sen kendin için iyi bir şey yaparsan hayat eninde sonunda karşılığını veriyor.
Okulun en güzel ve en tatlı kızını sevdim. O da beni sevdi. Büyük bir tutkuyla bağlandık. Sonra aynı eve taşındık. Sevdik çok sevdik… Daha yirmili yaşlarımın başında bir derginin yayın yönetmeni oldum. Çok tecrübe kazandım yapmak istediğim işte. 90’lar biterken Türkiye’nin en önemli gazetelerinden birinde kendime ait bir köşem vardı.
Ey 90’lar! Ben seni nasıl sevmem…
Filmin burada bitmesi ve “SON” yazısının çıkmasını mı bekliyorsunuz? Bu benim filmim; istediğim yerde çıkartırım o yazıyı. Kendim çektim.
Ama huzurlarınızdan ayrılmadan bir film daha anlatmak istiyorum size. Yine kendi çektiğim…
Büyük aşk yaşadığım sevgilimin yavaş yavaş benden uzaklaşmaya başladığını hissediyordum. Bir gün ayrılacağımız aklımdan bile geçmemişti. Ama ayrıldık. Beni terk etti. Birkaç kızla “yeniden” denedim. Olmadı. Aklım onda kaldı. Belki onun da bende… Ama heyhat; çoktan gitmişti…
Büyükbabam hastalandı; bana o güzel hikayeleri; Atatürk’ün sınıflarına geldiği günü, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki askerlik günlerinin korkusunu, Paris anılarını anlatan adam bir çocuğa dönüştü. Sonra da usulca verdi son nefesini… Babamla gittik toprağına kavuşturduk.
Aradan 3 ay geçmemişti ki bir cumartesi sabahı bu kez babam hiç beklenmedik bir anda aldı son nefesini, neredeyse kucağımda…
Arkasından deprem oldu. Binlerce insan öldü. Aralarında arkadaşlarım, onların anne-babaları vardı.
İşin komiği bu da 90’ların filmiydi. Biraz daha dramatikti lakin yine benim filmimdi.
Diyeceğim o ki; “mutlu son” yoktur. Son nefesi nerede ne zaman alacağımızı bilmediğimize göre “son” diye bir şey de yoktur aslında. Zaman… O da insan uydurmasıdır, laftır, kolundaki şık saattir.
Öğrendim ki hayatı on yıllara bölmek fevkalade lüzumsuz. Sen biriktirmeye bak Tolga; yeter ki iyilikler güzellikler ağır bassın tartıda, “SON” yazısı çıkacağı zamanı bilir.