“Acılar, insanı
büyütür” dedi. “… Öldürmeyen acı,
güçlendirir!”
Şartı mı acı çekerek büyümek? Güle oynaya büyüsek, hayat
bayram olsa? Ben nasıl katlanacağım şimdi? Dünyanın sonu geldi nasıl olsa;
büyüsem ne olur büyümesem ne; bundan sonra…
“Şimdi öyle diyorsun ama
ilerde göreceksin ki acının tek ilacı zamandır…” dedi.
Nasıl yani, zaman geçecek ve ben unutacak mıyım; alışacak
mıyım? Ne unutmak istiyorum ne da alışmak… Acı çekmek istemiyorum ben.
“Hayır, acıya alışılmaz.
Sadece acınla birlikte yaşamayı öğrenirsin. Birlikte yaşamayı öğrenirsen
acınla, çektiğin acıdan da çok şey öğrenirsin…”
İlla acı çekeceğiz yani. Acı çekmeden öğrenmek mümkün değil
öyle mi? O zaman biz bu dünyaya acı çekmeye geldik.
“Acı çekmeyen
mutluluğun değerini nasıl bilsin? Hep mutlu biri, gerçekten mutlu olamaz ki…”
İlkokuldaydım henüz. Sevdiğim kız, araya sömestre tatili
girince benden vazgeçmiş, “Ayrılalım” demişti. Nereye ayrılacaksak, zaten arka
sıramda oturuyor. Oturdukları mahallede bir Erkan varmış onu seviyormuş artık.
İyi, git Erkan’ı sev sen. Ben babama sordum, neden böyle acı çekiyorum diye.
Hepsini bir bir anlattı. Aslan babam.
Leyla… Acıyla tanışma. Zaman… Yeni bir aşka yelken açma.
Sonra yeniden acı… Her seferinde daha da güçlenerek hayatımıza buyur ettiğimiz
acılarımız… Acılar sürüp giderken araya aldığımız mutluluk kuşakları… Sanki
mutlak bir mutluluk mümkünmüş gibi ömrümüze serpiştirilen küçük mutluluk
reklamları… Biraz daha sabret; böyle acılar çekeceksin ama sonunda mutlu
olacaksın diyor, kandırıyor mu bizi hayat…
“Öyle büyük bir
mutluluk bekleme hayattan. Senin keyfin o sıra yerinde olsa da etrafın bunca
acı ve çaresizlikle doluyken ne kadar mutlu olabilirsin bu dünyada?”
Peki, ölünce baba? O zaman cennete gideceğiz, hep mutlu
olacağız değil mi?
“Bu dünya senin
sahnen; bütün oyun burada!”
Leyla ilk aşkımdı. Doğru dürüst tattığım ilk acıydı. Babamın
verdiği o ilk tavsiyeyi getirdim ondan sonra hep aklıma. Ne zaman içim acısa;
terk edilsem, özlesem, kaybetsem… “Zaman
lazım; boşa çırpınma! Acını içine göm ve bekle; zaman seni iyileştirecek…”
Bu tıpkı duvara çivi çakarken çekiçi parmağına vurmak gibi
bir şey…
Çekiçi vuruyorsun parmağına; ilk birkaç saniye beynin
algılamıyor… Birkaç saniye sonra müthiş bir acı hissetmeye başlıyorsun.
Can havliyle; delirmiş gibi sallıyorsun parmağını.
Sallıyorsun, sallıyorsun, sallıyorsun… Sonra bir an geliyor o acı azalıyor.
Rahatlamaya başlıyorsun.
Sanıyorsun ki parmağını deliler gibi salladığın için geçti
acın. Oysa sen parmağını sallarken zaman geçiyor. Önce kabul ediyorsun acıyı,
sonra onunla birlikte yaşamaya alışıyorsun. Bir de bakıyorsun uçup gitmiş
içinden. İz bırakıyor belki ama o da bir daha aynı hatayı yapmamak için kulağa
küpe…
“Acıdan kaçmanın
imkânı yok. Ama aynı acıyı tekrar tekrar çekmemek için yapılacak çok şey var bu
dünyada… Çaresi olmayan tek acı, sevdiğin birini kaybetmenin acısı; ölüm!”
Bundan yıllar yıllar önce; babam Irak’a gitmişti. İran-Irak
savaşı var o zamanlar…
Babam da genç bir savaş muhabiri. Savaşın kötü bir şey
olduğunu biliyordum. Babamın çok büyük bir tehlike altında görev yapacağını da…
Daha çocuktum ve çok korkuyordum.
İşte o an, arka sıramda oturan Leyla’nın beni terk
etmesinden daha büyük acılar olabileceğini hissettim bu dünyada.
Babam her gün rüyama girdi. “Korkma” dedi, “…Döneceğim!”
Bir gün döndü. Sarıldım boynuna. Cebinden gazete kağıdına
sarılı bir şey çıkardı. Açtım baktım. Küçük, kırmızı bir oyuncak araba… Yarısı
yanmış, erimiş, donmuş; simsiyah, kanlı bir sümük gibi tutunmuş arabaya o ateş.
Arka koltuğu yoktu. Arka camları yoktu. Bagajı yoktu. Onun yerine kara sümük,
kanlı donuk ateş…
“Bir eve girdim
Irak’ta; az önce bombalanmıştı. Bu yarısı yanmış oyuncak arabanın gerçek
sahibinin adı Fuad; senin yaşlarında; ölüvermiş. Geriye bu araba kalmış. Sakın
üzülme, sana getirdim. Hayatın boyunca ne zaman başın sıkışsa bu kırmızı
arabayı hatırla. Ne zaman acı çeksen, hiç yaşlanamayacak Iraklı kardeşin Fuad’ı
düşün!”
Öyle yaptım. Babam bundan yıllar önce gitmeye karar
verdiğinde de; küçük kırmızı arabam elimde kardeşim Fuad’a, babamla selam
yolladım.