27 Mayıs 2010 Perşembe

fil gibi uçan yekta kopan'la dertleştik...

Tüm çalışanlarını çok sevdiğim ve bir parçası olmaktan gurur duyduığum 46 Dergisi'nin son sayısında yayınlanan Yekta Kopan röportajım... Röportaj dediğime bakmayın; birbirini anlayan iki adamın dertleşmesi aslında...
Dergiyi henüz almadıysanız hemen alın bence; Mehmet Turgut'un fotoğrafları iyi yazılarla daha da güzel oluyor...

Yazar, seslendirme sanatçısı, televizyoncu, radyocu, senarist, blogger, e kitap yayıncısı... Ama hepsinden ziyade içten, güleryüzlü, her muhabbetinden doymadan kalktığım, adam gibi bir adam Yekta Kopan. Yaptığı her işi sevdim bugüne kadar ama öykücülüğünün yeri ayrıdır gönlümde. Kendi de bilir ya; sıkı bir hayranıyımdır. Günlük koşuşturma içinde bir araya gelip uzun uzun konuşamamaktan muzdarip bir arkadaşı olarak röportaj fırsatı çıkınca hemen atladım üstüne. Ve bir sabah kahvesinde; metinlerden, Yekta’nın sesiyle can verdiği karakterlerden, televizyondan, internetten, hayatı anlamaktan konuştuk. Ve ben yine doymadan kalktım...


Gençliğin, eğitim hayatın Ankara’da geçti; o dönemde birçok öykü yazdın, sinema ve müzik dergilerinde yazıların yayınlandı. O yıllardan bugünlere baktığında işlerin böyle gelişeceğini umuyor muydun?

Beklediğimden çok daha iyi bir yere gitti. Yazmak ilkokulda yazıyla tanıştığım andan itibaren kafamda olan bir şeydi. Bazı şeyleri hissedersin ya çocuklukta, ben gerçekten elimde kalem olsun yazayım istiyordum. Ama bir bilinç noktasına geldiğimde yazmakla ilgili; bir gün kitaplarım çıkacak, bu kitapların okurları olacak diye hesapladığım bir an olmadı. Dolayısıyla o günden bugüne bakınca şaşırdığım bir noktadayım açıkçası.

Yazmak işten öte bir şey mi gerçekten? Okumak bu sürecin neresine düşüyor?
Günün birinde yazamayabilirim, kitaplarım çıkmayabilir; ama okumaktan vazgeçmeyeceğim. Bu ikisi benim için birbirini bütünleyen şeyler. Bu dünyayı anlayabilmek mümkün değil, bu dünyanın gerçekliğini anlayabilmek mümkün değil. Burada bir huzur nefesi alıp da yürümek mümkün değil. Bu dünyayı anlamak için; bunun kurmaca metinlere, düşünülmüş, planlanmış, kurgulanmış metinlere dönüşmesi gerekiyor benim için.

Yazmak da okumak da kendini anlamak için öyleyse..
Evet yazmak, hayatı anlamak ve anlamlandırmak için. Neden sorusunun cevabını bulabilmek, biraz daha arayabilmek için. Dolayısıyla yazmak benim için böyle, okumak bunun daha da ötesi. Okumakla bambaşka dünyalara dalıyorsun, bambaşka zihinlere girip çıkıyorsun. Gerçek hayatta temas edebiliriz, görüşebiliriz, kavga edebiliriz, sevişebiliriz, her şeyi yapabiliriz; ama birbirimizin zihnine giremeyiz. Yazmak ve yazılanı okumak, dünya üzerindeki sayısız zihinde gezinmek aslında.

Biz seni usta bir öykücü olarak tanıdık, seni roman yazmaya iten sebep neydi?
Öykü, Türkiye’de romana kıyasla daha az okunur. Roman, tüm dünyada ticari algısı daha yüksek bir türdür. Genelde de beklenti roman yazılması üzerinedir. Ben bir metni yazmaya başladığımda onun bir öykü ya da romana gideceğini bilirim. Ondan sonrası da hiç umurumda olmaz. O, bir roman olarak mı tamamlanacak yoksa öykü olarak mı, tamamlandıktan sonra onun nasıl bir yolculuğu olacak, evdeki çekmecede kalacak mı, yoksa basılacak mı; hiç düşünmem…

Basılmayan öykülerin ya da romanların da var o zaman...
Evdeki çekmecede kalan çok metnim vardır. Ben hepsine metin diyorum. O metinleri yazarken ne yayınevi, ne okur; hiçbir şey umrumda olmuyor. Hiçbir şeyi hedeflemiyorum, benim için o metnin yazılması önemli. Tabii ki basılması mutlu ediyor, okunması daha da mutlu ediyor. Bunları saklayacak değilim. Bundan sonra romanlar da yazacağım, yine öykü yazacağım, anlatılar yazacağım. Yazmaya devam edeceğim yani; meselem bu...

Yazarlık kariyerinde önemli bir dönemeç olan Hayalet Gemi Dergisi var. O dönem bir Şizofrengi’yi bir de Hayalet Gemi’yi takip ederdik deli gibi...
İlk kitabım Fildişi Karası’ndaki öykülerin biri hariç hepsi Hayalet Gemi (www.hayaletgemi.com ) öyküleridir. Sait Faik Öykü Ödülü alan ikinci kitabım Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’nin yarısından fazlası da Hayalet Gemi’dendir. Ben de Hayalet Gemi’nin okuruydum. Sonra yazılarımı yollamaya başladım. Sonra Hayalet Gemi’nin yazarı oldum, sonra sürekli yazarı oldum ve en son döneminde Hayalet Gemi’nin yayın kurulundaydım. Bu süreç derginin nasıl bir dergi olduğunu anlatan bir süreç aslında. Yani okurunu yayın kuruluna kadar yükselten, bu kadar sarıp sarmalayan bir süreç.

Neydi Hayalet Gemi’nin en önemli farkı?
Hayalet Gemi, bir imza dergisi değildi. Yazılar “imzasız” olarak okunurdu. Yani yazının içeriği önemliydi. Daha sonraları; metnin içeriğine odaklanmak, imzayı unutmak yaptığımız bütün işlerde özlediğim ve hissettiğim birşey oldu; hala yeri dolmamıştır, hala o zihniyette bir dergi yoktur. Bence gerçekten bir mihenk taşıdır. Şizofrengi de öyle. Var mı öyle dergi artık? Twitter’dan (www.twitter.com/yektakopan ) da sordum okurlara; arşivlediğiniz, çıkmasını beklediğiniz dergi var mı diye. Roll, Şizofrengi, Hayalet Gemi ve eski Milliyet Sanat ciltleri gibi şeyler söylediler.

Ödüllü iki öykü kitabın vardı. Son kitabın “Bir de Baktım Yoksun” da Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı geçtiğimiz günlerde. Edebiyat ödülleri ya da genel olarak ödüller hakkında ne düşünüyorsun?
Dünya üzerinde verilen hiçbir ödül “ bu, bu alanın en iyisidir” demez. Çok net bir fikir var kafamda ödülle ilgili. Bir jüri vardır ve bu jürinin bir algısı vardır. “Bu yarışmaya başvuran ya da değerlendirdiği alan içerisinde bu, biraz daha iyidir” der jüri. Hiçbir zaman ödüllerle böbürlenmedim. O senenin en iyi kitabını yazdım gibi bir bakış açım hiçbir zaman olmadı. Ama ödül görünürlüğün çok kısıtlı olduğu bir alanda yazarın görünmesini sağlar. Bak böyle de bir insan varmış, bu insanın böyle bir özelliği varmış diyenler olur. Evet, ödül destekleyicidir; ama bir yandan da gerilim desteklidir. Alırsınız evde bir yere koyarsınız ve karşınızda durup ‘Sen bu ödülü aldın; ama seneye ne yapacaksın’ der size o ödül.

Ödülün yaratıcılığı beslediğine inanıyor musun?
Eğer sen bunun yükünü taşıyabilir ve bununla kendini kaybetmezsen sonra yapacağın işler için bir umut yeşertir. Bu yüzden de besleyici olabilir..
Altzine ve Altkitap’tan söz etmek isterim; her ikisi de zamanın önünde yaratıcı işler ve devam ediyorlar. ..
Altzine (www.altzine.net) ; 80060’ın (bir Özen Yula, Murat Daltaban projesi, tiyatro oyunu) doğal bir uzantısı olarak başladı. Oyun için gerekiyordu böyle bir internet sitesi. Sen yapar mısın dediler, kabul ettim. Daha sonra biz bunu niye bir internet neşriyatı olarak sürdürmüyoruz diye düşündük. 98 Yılı’nın internet teknolojisinden söz ediyorum. Bir süre devam ettim Altzine yolculuğuma...

Sonra ne oldu da nokta koydun?
Türkiye’de internet ağırlıklı işler hala yeterince ciddiye alınmıyor; hala “takılmak” olarak algılanabiliyor. O takılmak başlığında artık çok yalnız kalmaya başlamıştım. Tek başıma uğraşırken içeriğinin istediğim gibi olmamaya, içinin boşalmaya başladığını hissettiğim bir dönemde artık bunu durdurmakta fayda var dedim.

Şimdi Altzine’i okurlarına teslim ettin yanılmıyorsam...
Çok mutluyum. Bütün bunlar da çok hoşuma gidiyor. Hikaye şuna dönüyor aslında ben okurken Hayalet Gemi Yayın Kurulu’na nasıl girdiysem öyle oldu. Altzine’in okuru olan çok iyi yazarlar şu anda onu yayınlıyor.

Türkiye’nin ilk online kitapevi Altkitap’ın da kurucuları arasındasın. Altkitap’ın geleceğini nasıl görüyorsun?
Altkitap’la (www.altkitap.com) ilgili çok net bir örnek vereceğim. 2000’de yayın hayatına başladı. Telif eserler basar, tam içerik basar. Bu içeriği bilgisayarınıza indirip isterseniz e-kitap formunda okuyabilirsiniz. Altkitap gündeme geldiğinde bir kısım basın bana şunu sordu: “Sizce bilgisayardan kitap okunabilir mi?”. Ben de dedim ki “Elbette, ben de fiziksel kitap çıkartan bir insanım; kokusu, dokusu vs. bizim için çok önemli. Ama bu olanla beraber alternatif bir uygulamadır. İsteyen buradan da okuyabilir.”

İkna oldular mı?
Kimsenin içine sinmedi. “Ama ben deniz kenarında okuyabilir miyim”, “Ama ben dokusunu severim”…. 2001’de bunu konuştuk. 2010’da yine bir basın ilgisi vardı. Bir gazetenin internet versiyonu için yapılan röportajda şöyle sordular: “Peki kitap sizce internetten okunabilir mi?” Gerçekten çok gülünç. Çünkü bir gazete internetten okunabiliyor ve orada bu röportaj yapılıyorsa… Ne yazık ki Altkitap’ın okuma alanları bir süre daha algılanamayacak. Ama zamanımız da sabrımız da var. Ayrıca büyük değişimler ve kabullenmeler bir kuşakta bitmeyebilir, kuşaklar içine yayılabilir. Önemli olan bir kuşağın bu konuda ısrarcı olmasıdır.

Matbu edebiyat ürünlerinin geleceği hakkında düşüncen ne yönde?
“İnternet geldi matbuyu kovacak mı şimdi” demek şeye benziyor: “aaa daktilo keşfedildi, kalemi atın”. Böyle bir şey yok. Kitap bu kadar var olduysa bundan sonra da var olacaktır. Bu cevap şemsiyesi altında her şeye bakmak lazım. İnşallah şu zaman içerisinde algılanır, Altkitap çıktığından beri bunu söylüyor. İnternet ya da benzeri ortamlarda okunabilen bir şey; ama bir taraftan da şunu söylüyor sana tamamen ekolojik bir şey. Kağıdın yok olmasını azaltabilecek bir formül söylüyor.

İnsanlar kitap fiyatlarını pahalı buluyorlar, korsana yöneliyorlar; bu anlamda da bir seçenek sunmuyor mu e kitap?
Kesinlikle! Okuduğumuz kitapların üzerindeki fiyatta dağıtım ve depolama giderleri nedeniyle ekstra bir yük var. E kitaplar parayla satılsa bile yine de matbu kitaplardan çok daha ucuz olacaktır her zaman.
Bir gün Altkitap yazarlarının e kitaplarından para kazanacaklarını hayal ediyor musun?
Evet “hayal ediyorum!”. Bütün bunlar; kapitalist bir düzen içinde onun vahşetine ne kadar direnmek istiyorsun ve o sana ne kadar saldırmak istiyor konusuyla ilgili. Eğer sermayeye üstün gelirsen para kazanman mümkün olabilir. Biz 10 senedir oraya tek bir reklam almama noktasında dirençliyiz. Elbette reklam almak dışında bir yöntem de geliştirilebilir. Her zaman copyright değil copyleft diye birşey de var! Bazen sol yumruğu da havaya kaldırmak gerekir.

Pek yakın geçmişte blog yazmaya da başladın. Fil Uçuşu ve blog yazarlığı senin için ne ifade ediyor?
Blog okumayı ve yazmayı seviyorum. Ocakta başladım. Çok özgürlükçü bir ortam. Büyük değişimler istiyorsak biraz daha rahat olmalıyız diye düşünüyorum. Internet bana dürüst ve çok sesli geliyor (www.yektakopan.com ). Fil Uçuşu da bu noktadan hareketle doğdu. Ayda 15 yazı gibi bir hedefim var. Kendim olmaya çalışıyorum Fil Uçuşu’nda. (http://filucusu.blogspot.com/)

Seslendirme sanatçısı ve televizyoncu kimliğinle ilgili konuşmaktan hoşlanmıyor musun?
Konuşmaktan hoşlanmıyor değilim. Zaman içinde bu konuda kendime daha dürüst olmak için rahat olmaya karar verdim. Yazarlık yapan bir diş hekimine, bir bankacıya “ortodonti konferansına gittiniz mi” ya da “Türk lirasına yatırım yapalım mı” gibi sorular sormayız. Ama benim gibi seslendirme yapan ya da televizyon figürü olan biri söz konusu olduğunda iş biraz karışıyor. Benim ordaki temel tedirginliğim; okurların benim yazı yazarken yarattığım dünyamı diğer dünyayla; yani para kazanmak için yaptığım işlerle karıştırma ihtimalleridir.

Hem televizyonda yaptığın işler hem de seslendirme aleminin efsanelerinden biri olman itibariyle bu kadar tedirgin olman şaşırtıcı. Çetin Tekindor, Sezai Aydın, Sungun Babacan, Alev Sezer, Toprak Sergen, Tolga Garipoğlu ve sen gibi isimlerin sesleri bir kuşak için çok güzel şeyler ifade ediyor...
İlk stüdyoya girişim 4 yaşında. 37 senedir seslendirme yapıyorum. Dediğin gibi o Devlet Tiyatrosu ya da radyoculuk geleneğinden gelme seslendirme sanatçıları farklı. Bizden öncekilerden çok şey öğrendik. Daha sonra onların daha resmi olan seslendirme üsluplarını yumuşattık. Bunun üzerine çok düşündüm, ilk kez de sana söylüyorum; Semih Sergenlerden, Macide Tanırlardan devraldık bu işi. Ama onların üslubunda çok mesafeli ve soğuk bir tavır vardı. Nasıl yumuşatabilirim bunu diye çok düşündüm.

Neydi işin püf noktası? Nasıl becerdi sizin kuşak bunu?
Seslendirme yaptığın oyuncunun oyunculuğunun üstüne çıkmadan, filmin nasıl bir coğrafyanın filmi olduğunu unutmadan ama karakterin bize yakın tonlamalarla konuşmasına da özen göstererek yaptık işi. O karakteri seyirciyle yakınlaştırdık. Seslendireceğim karakterin nasıl konuşması gerektiği üzerine çok uzun mesailer harcamışımdır. 90’lı yıllarda özel televizyonlar açılınca ucuza çalışan çevirmenlerin çevirileri üzerine prova bile yapmadan konuşmak zorunda kaldığımız oldu. Sonra bundan çok rahatsız olduk ve bu noktaya geldik.

Televizyon senin için bir kariyer hedefi üretti mi? Bir ara NTV’nin bir sanat kanalı açacağı senin de yayın direktörü olacağınına dair duyumlar almıştık...
İlk defa senden duyuyorum (kahkahalar). Keşke böyle birşey olsa. O zaman şöyle cevap vereyim; hiç kariyer hedefim olmayan bir alanda şu anda bir hedef oluştu (kahkahalar devam ediyor). İlk kez bir röportajın bir vizyon belirlediğini görüyorum, süpersin... (kahkahalar kontrol edilemiyor). Çok yorucu olurdu ama çok güzel olurdu... Son cevabım budur.