21 Mart 2010 Pazar

Efkan Kula'yla hasbihal: müzik dergileri


Müzik yazarı Efkan Kula; geçenlerde yüksek lisans tezi için birkaç soru sordu bana... Konumuz müzik dergileriydi. Baktım sorular güzel, çenem düştü. Ortaya aşağıdaki hasbihal çıktı...

Efkan
Hey dergisinden başlayalım. Gazeteciliğe adımını bir müzik dergisinde attın. Baban da derginin kurucuları arasındaydı. Senin için nasıl bir anlamı vardı Hey'de çalışmaya başlamanın?

Ben
Hey'de çalışmak o zamanlar benim için bir hayal bile değildi. Zaten yaşım da henüz 13'tü. Sıkı bir Hey okuruydum. Aynı anda tek kelime Almanca bilmeden Bravo Dergisi'ni de okumaya çalışıyordum. Daha doğrusu o dönem Alman Bravo'sundan kes yapıştır yapan Hey Dergisi'nden Türkçe'sini okuyor, Bravo'nun kuşe kağıtlı posterlerini, çıkartmalarını da oraya buraya yapıştırıyorduk. İkisi birbirini tamamlıyordu aslında.
Derken 87 yılında Sandra Kim Eurovision birincisi oldu Belçika adına. Yaşıtım ve çok güzel bir kızdı. Aşık oldum ... Babama sordum ne yapmam gerek diye. Sağolsun dalga geçmek yerine bana bir öneride bulundu: "Fan kulüp kur!"... Ne olduğunu bilmeden fan kulubümüzü kurmuş bulunduk; "Sandra'yı Sevenler Fan Kulüp kuruldu! Sandra severleri bir araya topluyoruz" diye bir ilan metni yazıldı ve baba yönlendirmesiyle Hey Dergisi'nin yolu tutuldu. İstikamet Cağaloğlu, randevumuz dönemin yayın yönetmeni Hulusi Tunca'yla...
Fan Club işi bayağı bir ilerledi, Sandra Kim İstanbul'a geldiğinde tanışma fırsatım bile oldu. Hatta "en küçük ve de fahri muhabirimiz" sıfatıyla Hey adına bir röportaj bile yaptım... Sanıyorum o sıra kanıma girdi dergicilik. İlk yazımın yayınlanışı, röportaj yapan kişinin sanatçılarla haşır neşirliği falan çok cazip geldi bana... Yazmayı da seviyordum. Hulusi Ağabey; "sen yazları burada takılsana" dediğinde sevinçten havalara uçtum... Yarı ofis boy, yarı çevirmen, yarı mektup açacağı olarak çalıştım ama çok şey öğrendim Hey Okulu'ndan. O zamanki kadrodan Hulusi Tunca, Erdal Gökkaya, Ramiz Dağlı, Kanat Atkaya, Afşin Akın, İbrahim Seten bir çırpıda hatırladıklarım ...
(eğer bu hikayenin detaylarını okumak istersen www.tolgaakyildiz.com.tr adresinde "Hayallerim, Babam ve Sandra Kim" diye bir yazı var; okursan eğlenirsin tahmin ediyorum :))
13 yaşında Hey gibi bir dergide çalışmaya başlamak sonra da hiç ara vermeden devam etmek çok ayrıcalıklı bir durum tabii. Şansımı iyi kullanmaya çalıştım ve hep gurur duydum.

Efkan
Hey'in hikayesini Türkiye'de dergicilik ve müzik gazeteciliği açısından nasıl konumlandırıyorsun?

Ben
Hey gerçek anlamda ilk süreli müzik yayını Türkiye'nin. Yetmişlerde hareketlenen müzik piyasasına doğal bir reaksiyon olarak ortaya çıkıyor. Ben son dönemine yetiştim. Seksenlerin sonunda Blue Jean'le rekabete dayanamayıp kapanmadan az önce Hey Girl markasını çıkarttı içinden (Bravo Girl'le eş zamanlı). Bir dönem yayın direktörlüğünü de yaptığım Hey Girl hala yayınlanıyor bugün. Hey Girl'ün kurucuları arasında da ben yer aldım babamdan yaklaşık 20 yıl sonra... O da Türkiye'de genç kız dergileri macerasının başlangıcıdır.
Hey'in sıkıntısı o dönemde finansal anlamda rekabet gücünün yeterli olmamasıydı. Milliyet'in bir uzantısı olan Milliyet Yayınları kendi yağında kavrulan küçük bir yapıydı son dönemlerinde. Ve değişime ayak uyduramıyordu. Çocuk, müzik ve magazin yayınlarına odaklanmıştı; kağıt maliyetlerini düşük tutmak için kağıt kalitesini saman kağıt düzeyinde tutmayı da kurum politikası haline getirmişti. Bu anlamda bir boşluk olduğunu gören Hürriyet Dergi grubu bir anlamda Alman Bravo'suyla aynı kağıt kalitesinde, posterli, çıkartmalı bir yayın çıkartınca; diğer bir deyişle Blue Jean ortaya çıkınca Hey fazla direnemedi. Önce aylık oldu sonra da yok oldu.
Hey; magazin ve aktüalite dergilerinin arasından sıyrılıp müziğe odaklanan; içerik anlamında kademeli olarak dünyaya açılan, sadık bir cemaat yaratmış saygın bir dergidir. Yetmişleri yakaladığı gibi seksenlerin müzikal damarlarını da gayet iyi yakalamıştır. Yabancı haberlerde imkansızlıklar nedeniyle kes yapıştırı tercih etmiş olmasına rağmen genel itibariyle Türkiyeli bir müzik dergisi olmayı becermiştir. Başta Doğan Şener olmak üzere Erdoğan Sevgin, Hulusi Tunca gibi yayın yönetmenleri ayrı ayrı değer katmıştır dergiye... 90'lara girerken yaşaması gereken dönüşümü yaşayamamış ve tarih sayfalarındaki yerini almıştır. Ama bunun temel nedeni içerikteki sorunlar değil kağıt kalitesi ve promosyonlarla ilgili hedef kitlesinin beklentilerini doğru okuyamamasıdır.

Efkan
Türkiye'nin müzik basını geçmişine baktığımızda kapanan dergileri ve mutsuz sonları görüyoruz. Stüdyo İmge, Boom, Çalıntı, Rolling Stone, Dream ilk akla gelenler... Dergilerin uzun ömürlü olmamasını nasıl açıklıyorsun?

Ben
Genellemek istemem ama müzik dergilerinin iki temel sorunu oldu bana göre. Birincisi bağlı bulundukları yayın gruplarının gerektiğince arkalarında durmamaları; gençlik ve müzik dergiciliğini fasulyeden bir uğraş olarak görmeleridir yıllarca. Oradaki reklam potansiyelini de, o sırada çok ciddi sayıda potansiyel dergi okuru yetiştirdiklerini de fark etmeleri çok zaman almıştır. Hatta büyük çoğunluğunun halen tam olarak anladıklarını da düşünmüyorum. Bu teşhisi Hey, Pop Corn, Walkman, Dream, NR1, Rolling Stone, Top Pop, Popsi hatta Delikanlı gibi büyük yayın grupları bünyesinde çıkan birçok dergi için koymak mümkün.
Çalıntı, İmge, Boom hatta Roll gibi kendi yağında kavrulan ve bağımsız bir duruşu olan dergiler için durum daha farklıydı. Kimilerinde lafa gelince mangalda kül bırakmayan okurun yeterince desteği olmadı. Reklam alanları reklamverenlere doğru bir telaffuzla anlatamadı meramını; bu da çok önemli. Yine büyük bir çoğunluğu işin "işletmeciliğinden" çok sanatçılık tarafına yakındı. Bu içerik olarak okura yakın ve haysiyetli bir duruş da olsa, günün sonunda zarar olarak döndüğünde o bünyelerin çökmesi kaçınılmaz oldu. İşin sırrı belki ideallerinden ödün vermeden, içeriğinde zaafiyet göstermeden birer işletme gibi yönetebilmekti o dergileri; bunu beceremedik sanıyorum. Örnek vermek gerekirse mizah dergileri arasında bu dengeyi tutturmuş dergiler var.
İkincisi dergilerin uzun ömürlü olmasına dair... Eğer az önce sözünü ettiğim sorunlar aşılmışsa tek bir şey kalıyor geriye o da olabildiğince büyük ve sadık bir cemaat yaratmakla ilgili sorunlar. Bunu küçücük bütcelerle yapmak, okurun gibi düşünmek ama ondan her zaman bir adım önde olmak. Bir şey öğretmeye çalışmak değil ama okurun senden birşey öğrenmeye can atmasını sağlamak. Dergileri o ayki konular, posterler ya da hediyeler için değil; başka türlüsü mümkün olmadığı için satın alan bir okur yaratmak. Bu da ancak inançlı cemaatlerde söz konusu olabilecek bir tüketici davranışı.

Efkan

Roll kapandığında ne düşündün? Derginin düzenli bir okuru muydun?
Roll'un çıktığı dönemde İstanbul'da ne bu kadar konser olurdu ne de bu çeşitlilikte albüm yayınlanırdı. O kısırlıkta Roll, pek çok müziksever için başucu dergisi oldu. Dergi senin için ne ifade ediyordu?
Sen de "Yine mi Nick Cave'i kapak yapmışlar" diye eleştirir miydin Roll'u? Veya eleştirdiğin yanları nelerdi?
Roll'un politik duruşuna mesafeli miydin yoksa hemfikir mi?

Ben
Roll bana hiç kapanmayacak gibi gelirdi. İçten içe de korkardım ya kapanırsa diye. Her sayısını değil ama birçok sayısını satın alarak okudum. Bazen internetten okudum. Kapandığında inanamadım. Birçok insan da benim gibi inanmakta güçlük çekti ve çok üzüldü. Bu da Roll'un misyonunu yerine getirdiğinin ve inançlı bir cemaat oluşturduğunun kanıtı. Sayımız mı azdı? Yeterince destek olamadık da mı Roll kapanmak zorunda kaldı? Bu noktada okurları olarak kendimizi sorgulamalıyız. Önce derginin 3 aylık olduğu lafı çıktı, sonra Derya'nın Bodrum'a yerleştiğini duyduk. Sonra da veda yazısı geldi. O yazıyı kendi blogumda yayınladım. Çok güzel bir veda yazısıydı ve çok şey anlatıyordu... Defalarca okudum... Hala okuduğumda boğazıma birşey düğümleniyor.
O kadar uzun süre o denli haysiyetli işlere imza attılar ki... Hem görsel hem de içerik anlamında benim için hep tatminkar oldu Roll. Özellikle röportajları ve albüm kritiklerini okumak çok keyifliydi benim için. Çeviri olduğunda bile bu böyle oldu hep... Çünkü o çevirileri müzik bilen insanların yapması sanıldığından daha önemlidir. Roll benim için bir ay boyunca döne döne sohbet etmekten sıkılmadığım, doya doya müzik konuştuğum bir dost gibiydi. Bir de Roll'un ilk görsel tasarımını yapan Eray Makal'a bir selam çakmak lazım...
Belirli dönemlerde belirli isimlere gereğinden fazla yoğunlaştıklarını düşündüm. Bazı isimleri sürekli dergide görmek; alttan gelen yeni okur için çok lezzetli birşey olmayabilir diye düşündüm. Bunun Roll için gizli ve büyük bir tehlike olduğunu düşündüm. Kişisel olarak Nick Cave'i kapakta görmekten sıkılmam ama dergicilik açısından problemli buldum bu durumları. Okur kimliğimle rahatsız olmadım ama dergici kimliğimle böyle yapmasalar daha iyi olur diye düşündüm.
Roll gibi bir derginin politik bir duruşu olmasaydı o Roll olmazdı zaten. Müziğe Roll'un baktığı yerden bakıyorsan politik bir duruşun da olmalı. Roll bunu doğru ve tutarlı şekilde yaptı. Katılmam katılmamam önemli değil. Tutarlılık ve tavır önemli...

Efkan
Bir soru da Rolling Stone'la ilgili. Rolling Stone Türkiye, orijinal içeriğinden biraz uzak bir formatta çıktı. Dergi seni bir okur olarak doyuruyor muydu?

Ben
Rolling Stone Türkiye çıktığında şunları düşündüm:
1) Bu dergiyi çeviri dergisi yaparsanız Rolling Stone'un orijinalini okuyanlara satamazsınız. Ağzınızla kuş tutsanız gider yine İngilizce okurlar.
2) Billboard'un yaptığı gibi bu dergiyi bir teen age müzik dergisine çeviremezsiniz. Ölü doğum olur.
3) Eğer derginin adı Rolling Stone diye edineceğiniz prestiji; satış ve reklama dönüştüremezseniz telif hakkı olarak ödediğiniz paranın altında ezilir, batarsınız.
4) Rolling Stone gibi bir dergiyi "Türkiyelileştirmek"; maliyetli bir iştir. Ve müzik dergilerinin reklam pastasından aldığı paydan RS'a düşecek maksimum pay bile bu kaliteyi sponse etmeye yetmez.
5) Rolling Stone'un Türkiye'de ulaşacağı maksimum satış rakamı reklamla desteklenemediği durumda asla çözüm üretmeyecektir.
6) Türkiye'de maalesef uzun uzun yazılara, küçük puntolara tahammül azdır.

Rolling Stone yönetici ve yazarları ile kişisel olarak iyi dosttum hala da öyleyim. Birçoğuyla Blue Jean'de birlikte çalıştım. Birçok yazarının ilk müzik yazısı Blue Jean'de yayınlanmıştır. Kendilerini RS gibi bir dergide daha iyi ifade edeceklerini düşündüğüm için hem dergiye hem de eski yazarlarıma gönülden destek verdim. Ama yukarda yazdığım 6 maddenin iyi yazarlarla iyi yazılarla, iyi röportajlarla aşılması mümkün değildi. Yine ne yaptığının çok farkında olmayan, zora gelince kapağa seksi kadın koyalım diyen büyük medya yöneticilerinin bütçe rakamları doğrultusunda dergiyi ve çalışanlarını baskı altına alması; akabinde kaliteden verilen ödün ve okur kaybı, asla ikna edilemeyen reklam veren derken hiç hak etmediği halde kapanmak zorunda kaldı dergi. Temel meselenin üst düzey yönetim anlaşıyı olduğunu düşünüyorum. Bir konumlama problemi olduğunu düşünüyorum.

Efkan
Galiba Blue Jean'i hepsinden ayırmak gerekiyor. Sen de Blue Jean'de yöneticilik yaptın. Blue Jean'i rakiplerine karşın onca yıl hangi faktörler ayakta tuttu?

Ben
Blue Jean'in ilk yayın yönetmeni bugün Doğan Burda Dergi Grubu'nun CEO'su ve köşe yazarı Mehmet Y. Yılmaz. Aradan 23 yıl geçmiş dergi hala ayakta. Onlarca rakip sapır sapır dökülmüş ama Blue Jean tek tabanca devam ediyor. Hala satışları iyi sayılır ve reklam veren nezdinde bir "mecra" olarak görülüyor. Ben 97 yılında yayın yönetmeni olduğumda 23 yaşındaydım. 2000-2007 yılları arasında yayın yönetmenliğini Kutlu Özmakinacı'ya devrederek Blue Jean'le birlikte 5 derginin yayın direktörlüğünü yaptım Doğan Burda'da. Daha sonra Kutlu Özmakinacı da yayın yönetmenliğini Çağlan Tekil'e devretti. Sözünü ettiğim isimler ben dahil 20 yıldır müzik gazeteciliği yapan isimler. Yani Blue Jean'de bir ağabeylik müessesi var. Ama o ağabeylerin gözetiminde dergiyi hazırlayan ve aynı zamanda derginin okuru olan gencecik insanlar var. Blue Jean yazarları enteresandır. En sevdikleri şeyi, bila bedel yapmaya hazırken üste para alırlar çünkü. Bazılarıyla hiç tanışmazsınız. Başka bir şehirdedir ama derginizin yazarıdır. Biriyle bir konserde tanışırsınız, öbürüyle bir müzik dükkanında. Blue Jean yazarlarının cv'sine bakılmaz. Ağaçta yetişmezler; mayası olanlar ağabeyler tarafından belirlenir ve Blue Jean okulunda öğrenir müzik yazmayı ve kriterleri. Ben de, Kutlu da; şimdi Çağlan da mesaimizin büyük bölümünü yeni yazarlara yol göstermek için ayırdık. Hiç öf demedik sıkılmadık. Çünkü Blue Jean'i ayakta tutan bu okul misyonu ve başından beri ısrarla söylediğim inançlı cemaat. Nesiller geliyor, nesiller geçiyor ama o cemaat duygusu baki kalıyorsa, yöntem doğru demek. Eğer okur ve dergi arasında bir aidiyet ilişkisi varsa, samimiyet varsa, bilgi varsa, Blue Jean'ci olmaktan gurur duyan bir okurun varsa; yayın yönetmenleri değişir, moda olan şarkılar, gruplar değişir, dergi grupları değişir ama dergi ayakta kalır. Bu anlamda 23 yıldır Blue Jean'in üzerine titreyen ve ayakta kalması için zor zamanlarda destek veren tüm üst düzey yöneticilere de hakkını teslim etmek lazım.