9 Kasım 2007 Cuma

ALTAY ÖKTEM'DEN


AŞK FİLMİNE İKİ BİLET ALINMAZ

Hiç kimseyi özleyecek kadar çok sevmiyorum kendimi. O yüzden sevdiğim her kadını, bırakıp gittiğim her şehri, katlayıp arka cebime koyduğum, ayılınca bulamadığım her şiiri bir daha asla hatırlayamıyorum. Yalna kadınları, şehirleri, şiirleri değil, kendimi de unuttuğumu gösteriyor bu. İnsan en çok kendini terk ediyor nedense, sürekli kendini terk ediyor.

Aşkı anlatan filmlere bir bilet alıyorsak ve karanlık bir salona girip filmin başlamasını bekliyorsak terk edilmişiz demektir. Hem de bir başkası terk etmemiştir, düpedüz kendimiz terk etmişizdir kendimizi.

Dışarıda sevişebileceğimiz bir hava, sevişebileceğimiz onca yer vardır oysa. Sinema salonuysa karanlıktır. Senarist başarılıysa iyi bir öyküsü, iyi bir kurgusu vardır filmin, oyuncular başarılıysa çok gerçekçi oynamışlardır rollerini, kameramanlar başarılıysa çok güzel açılardan, çok etkileyici sahneler göreceğimiz kesindir. Film bizi oturduğumuz koltuktan alıp bambaşka dünyalara savuracaktır. Hiç farkında değilizdir; ama aslında kendi hayatlarımız da bambaşkadır!

Oysa soğukta, bir sokak arasında sevgilisinin çatlak dudaklarına kaçamak bir öpücük konduran kişinin cebinde bir değil, iki bilet vardır. Gören olur diye kaçamak, tedirgin bir öpücük kondurur önce; ama dudaklar birleştiği anda kim görürse görsün; hararetle emme işlemi başlar. Eğer cebindeki iki biletin farkındaysa insan, ne soğuğa ne de sokağa aldırır; ortalıkta sevişir. Bir daha da gitmez aşk filmlerine.

Sinema salonunu dolduranlarsa yalnızdır, yaralıdır. Her zaman tek bir bilete yetecek kadar cesaretleri vardır. Cebinde iki bileti olanlarsa sokaklardadır zaten.

Aşk asla filmlerdeki gibi yaşanmaz. En gerçekçi filmde bile ince ince hesaplanmış, nakış gibi işlenmiş bir kurgu vardır. Kurgu işte; adı üstünde, kurulan bir şey. Giriş, gelişme, sonuç falan...

Gerçek yaşamdaki aşkta bu bölümlere rastlayamayız. Rastlasak da bu sırayla ilerlemez aşk. Örneğin giriş bölümü aşkın sonunda olabilir. En baştan girilirse belki işin heyecanı kalmaz, gizemi bozulur, hiç giremezsen de platonik aşk olur, o da sıkar tabii. Gelişme diye bir şey de yoktur aşkta. Çünkü gelişme bir sürekliliği içerir, aşkta ise sürekli olan hiçbir şey yoktur. Bir gelişir, bir geriler, karışık, karmakarışık olur hayatın. Filmlere en benzemeyen yanı da sonuç bölümüdür aşkın. Filmin sonunda ışıklar yanar, salon aydınlanır ve kalabalığa karışırsın. Aşkın sonunda ise yapayalnız kalırsın.

Aşk filmine iki bilet alınmaz. Zaten iki kişilik aşk da olmaz.

İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir, kavga edebilir, yemeğin paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk, bir başkasına “rağmen” yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken yalnızca onu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmek istemektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir.

Peki aşk filmine üç kişilik bilet alınabilir mi? Alınır tabii. Üç, dört, ya da beş kişilik... O zaman grup olarak sinemaya gidilmiştir, bu da çok doğal, hatta eğlenceli bir durumdur. Tek kişi yalnızlıktan, böyle bir kalabalık ise birlikte eğlenme isteğinden aşk filmine gidebilir, çok normal. Ama birbirine aşık olan iki kişi asla aşk filmine gitmez. Çünkü filmin konusunun hayatın konusuna hiç benzemediğini yaşayarak öğrenmiştir onlar.

Tesadüf bu ya; cebinde tek bir biletle sinema salonuna girip, koltuğa kurulup filmin başlamasını beklerken yine cebinde tek bir bileti olan biri gelip yanınıza oturabilir. Sokakta karşılasanız belki aşık olacaksınızdır birbirinize. Ama iki saat boyunca yan yana oturursunuz, soluklarınız birbirine karışır ve hiçbir şey hissetmezsiniz. Oturup filmi izlersiniz paşa paşa. Nedeni çok basit; yan yanasınız ve tam karşınızda, bir perdede olup biteni seyrediyorsunuz yalnızca.

Aşkta karşı karşıya olabilirsiniz, ya da arka arkaya, o kadar. Aşk, asla yan yana olmamaktır.