Bana İstiklal Caddesi’nde dikiz aynasıyla kamyonetin biri
çarpmıştı bir zamanlar.
Küçüktüm, yuvarlandım. Titredim korkumdan. Zangır zangırdı
ellerim. Ağladım da biraz. ‘Ne oldu küçük’ diye soranlara ‘yok bişey gözlerim
sulandı’ dedim, “hastayım” dedim.Okula gitmedim o gün.
Kırdığımız zamanlar ya ‘Paris’e kahveye bilardo oynamaya
giderdik ya da ‘Fehmi Baba’ya bira içmeye… O da, abiler görmeden yapılacak.
Dedim ya daha küçüğüz o zaman. Okulda, Beyoğlu’nda henüz borumuz o kadar da
ötmüyor.
Ama o saatte, yani daha ilk ders zili çalmamışken okul da
kırsam ne kahveye gidecek hal var ne de o saatte bira patates yapacak kadar
bitirim olmuşum henüz. Ne ıstaka tutabilirim bu titreyen ellerimle ne de Fehmi
Baba’nın bira bardaklarını…
Şimdi yekten eve gitsem, bir sürü tatava; ‘niye okula
gitmedin, ne demek kamyonet çarptı, hastaneye gidelim’ falan filan…
Oysa, sadece biraz oturup sakinleşmeye ihtiyacım var.
Titremem yavaş yavaş geçecek. Aklımdan çıkacak korku.
Korku zamanla geçiyor biliyor musunuz? Korktuğun şeye, ayakta
kaldıkça alışıyorsun. Korkmayan insan aptaldır. İnsan, aslında korkarak hayatta
kalır.
Mesela ağaçlar… Uzun ya da kısa; ömürleri boyunca hep için için
çürümekten ya da okumuş mühendis çıkmış birinin yaptığı hızar motorunun
sesinden korkarlar. Yaşlarının belli olmasından korkarlar ölürken… Emin olun
köküne kadar yok olup gitmeden önce bu dünyadan, mutlaka iki çocuk gelip
gövdenin hızarla biçilmiş yerindeki halkaları sayıp yaşını tahmin edecektir o
ağacın.
Yine de; korksalar da ayakta kalır ağaçlar. İçlerini o korku
kemirse de; etraflarını saran betonlar, temeller içlerini çürütse de korktuklarını
belli etmezler.
Bir orman dolusu, bir park dolusu ağaç da korkabilir
ölmekten. Ama birbirlerine güç verirler… Çaktırmazlar hiç. Hep beraber, ayakta
korkuya karşı direnirler…
Okulun kapısını, Fehmi Baba’yı, Paris’i pas geçip cebimdeki
3 kuruşla Pasaj’ın girişindeki tütüncüden bir filtresiz Camel alıyorum, bir de
kibrit; vasati 40 çöp…
İki kişi olsak paraları birleştirir Gauloises, Gitanes falan
da alabilirdik. Belki yanına bir çakmak. Yürürken kibrit yakmayı hala
beceremiyorum. Elim titrerken nasıl olacaksa o iş…
Galatasaray’dan Taksim’e doğru yürümeye koyuluyorum hesapsız.
Az önceki kamyonetten anlayacağınız gibi İstiklal’den arabalar geçiyor o zaman.
Daracık kaldırımlarda tıklım tıkış, karşılıklı yürüyoruz.
Tramvay henüz muhteşem dönüşünü
yapmamış. Alkazar’da, Rüya’da festival filmleri değil matineleri devamlı iki
film birdenler gösteriliyor. Sanıyorum şu anda onlara bile girsem bu titreme
geçmez. O derece gerginim.
Şimdi artık olmayan Emek
Sineması’nın girişinde BAB Kafeterya var hep takıldığımız. Ben bir müzik
kutusunu ilk kez orada gördüm biliyor musunuz? Ama jeton almak için hiç para
ayıramadık. Ya bira içtik, ya sigara aldık ya da sinemaya gittik harçlıklarla.
Dönüş için otobüs bileti parasını
hep ayırdık. Mavi kart çok pahalıydı, taksiye babamlar zor binerdi zaten ama; çok
şahane bir hayatımız vardı. Taksim, Beyoğlu komple bizimdi be… Hiçbir şeyden
korkmuyormuşuz gibi gelirdi…
Fransız Konsolosluğu’nun kafesine
mi uğrasam? Bir çay içerim, hem başka okullardan kırmış kızlar falan olabilir
orda. Onları kesersem titremem geçer mi yoksa daha mı çok titrerim…
Çok yalnızım ulan şu anda… Hani
şarkıda vardı, sebepsiz duygulanırdım duyunca “lambada titreyen alev” gibi üşüyorum.
Konsolosluk da geride kaldı artık.
Anıtın oraya geldim. Seneler seneler evvelden bir fotoğraf karesi var zihnimde
dedem göstermişti; sisli puslu, taşlı topraklı, az insanlı bir Taksim… Anıt o
zaman daha bir yalnız.
Hemen yanından aşağı devam etsen,
konsolosluğun yanından; meşhur “Dingo’nun Ahırı” var orda… Çalışmaktan,
açlıktan yorulmuş; ölümü, bir arabanın önüne koşulmuş vaziyette, sırtına yediği
kamçıların iç acıtan şarkısı eşliğinde bekleyen emekçi atlar var. Artık tek
beygir gücünde bile değiller, yağ yakıyorlar, kemik kırıyorlar… Bir de Dingo
var… Dingo at değil, patron… Orası pek hareketli bu yüzden. Şimdilerde
tramvayların park ettiği yeri biliyorsanız, oranın o ahır olduğunu hayal etmeye
çalışın. Dingo’nun gözündeki para hırsını, atların çaresizliğini… Ya da
düşünmeyin, ne bileyim…
Yürümeye devam ediyorum. Göz
ucuyla; beni her gün eve götüren 559C sefer sayılı Rumeli Hisarüstü halk
otobüsünün indi bindi yaptırdığı durağa bakıyorum. Yok, hemen eve gitmeyeyim
şimdi. Nasıl olsa yarım saatte bir geliyor otobüs. Bizimkiler derse girmiştir
artık. Ellerimi ceplerimden bile çıkartamadım ki daha, geçmedi o titreme… Ne
okula dönebilirim ne eve gidebilirim…
Aklıma komik şeyler geliyor. Bu
mavi otobüsler özel muavinli diye halk otobüsü de öbür Leyland’lar,
troleybüsler, Magirus minibüsler, direksiyondan vitesli kadillak dolmuşlar
saraylılar için mi? Onlar hep daha kalabalık oluyor oysa.
Yaşlı biri gelip dikilince başıma,
bir kez olsun uyuyor numarası yapamadım be kardeşim otobüslerde. Hep doğrucu
Davut.
Şimdi o yer verdiğim; kucağında
çocuklu teyzeler, amcalar, nineler, hamileler; uyarıya rağmen hiç
karşılaşmadığım harp malulleri, konuşmamızın yasak olduğu belediye otobüsü
şoförleri, basamakta durunca çarpan otomatik kapılar; hepsi sizlere ömür olmuş
mudur? Nerden baksan 25-30 yıl önce…
Hamile ve çocuklu kadınlar
yaşıyordur. Çocukları büyümüştür ne güzel… Ağaçlar gibi dimdik duruyordur
anneler…
Bunlar aklımdan geçerken
evlendirme dairesine doğru yaklaşıyorum. Hemen karşısında çay bahçeleri var.
Ara sıra buralara takılırız okul çıkışında. Geyik yaparız, gazete okuruz,
okuduğumuz kitaplardan dünyayı yalayıp yutmuşçusuna bir özgüvenle bahsederiz
birbirimize…
Geçen güzel kızlara iç geçiririz.
Çay üstüne çay içeriz. Daha çok çay içip daha uzun oturabilmek için tosta para
harcamayız. O boktan karbonatlı çaylar
midemizi bulandırana kadar konuşur dururuz. Ağız dolusu kahkahalar atarız. Lan
neye gülüyormuşuz o kadar çok o zamanlar biz acaba… Mutlaka buluyorduk
makarasını yapacak bir şeyler işte… Şimdi niye bulamıyorsak…
Çay bahçelerinin hemen arkası Gezi
Parkı. Oraya da takıldığımız, saatlerce öylece oturduğumuz olur. Park bedava;
bu güneşin, gök kubbenin altındaki bütün ağaçlar, bütün banklar bizim.
Gece gündüz parkta takılan abiler
var mesela; şarapçılar, sabah sabah köpek öldürenle gargara yapmış ses
renkleriyle “bi zigarağ versene” diyen abiler…
Bizden küçük çocuklar var mesela;
güler yüzlü Kürt çocukları… O zamanlar Kürt de diyemiyoruz, sokak çocuğu
diyoruz onlara.
Bir topun peşinde ve parkın
içinde; top nereye giderse hep birlikte oraya doğru koşarlar. Amaç sadece topa
vurmaktır. Nereye vurduklarının bir önemi yoktur. Bir top, bir park yeter
aslında… Hiç usanmaz saatlerce seyredersin. Bir keresinde beni hakem
yapmışlardı. Kaç kaç bitti? Kim bilir…
Lan eskiden kışla mıymış burası?
Şu koca ağaçlar doğmadan önce; şarapçı evsiz ağabeylerden çok evvel, Kürt
çocuklar top oynamazken, büyük büyük ninem genetik dedelerden birinin beşiğini
tıngır mıngır sallarken…
Anıtın olduğu yerde de kışlanın mühimmat
deposu mu varmış öyle bir şey… Onun aşağısı Dingo’nun ahırı… Ulan öyle Taksim
mi olur… Şehre su dağıtan uyduruk bir yer. Altı ahır üstü kışla… O atlar kesin
ölmüştür, o yeniçeriler de…
Sabahın köründe kimsecikler yokken,
parktaki banklardan birine oturdum. Koca ağaçlara baktım. Bir gün ayakta da
olsa ölme ihtimallerine ve asırlarca kalsalar içten içe çürüdüklerini bilmelerine rağmen bir gölgeyi
esirgemiyorlardı. Hızarların, kepçelerin motor sesleri yıldırmıyordu onları.
Aptal değillerdi onlar da korkuyorlardı. Ama hep birlikteydiler, omuz omuza
duruyorlardı ya da bana öyle geliyordu. Sanki şu öbürünün omzuna atmıştı
dallarını… Öbürünün yorgunluktan öne doğru eğilmişti biraz gövdesi, diğeri
sanki onu tutmak için fırsat kolluyordu… Birlikte ne kadar güçlü olduklarını
biliyorlardı o parkta omuz omuza… Korkuyorlardı, ama korku zamanla geçiyordu
biliyor musunuz? Korktuğun şeye, ayakta kaldıkça alışıyorsun. Korkmayan insan
aptaldır. İnsan, aslında korkarak hayatta kalır. Hiç korkmadıklarını sandığınız
bu koca ağaçlar gibi…
Birden bir gülümseme yayıldı
yüzüme… Kürt çocuklardan bir tanesi olmayan bir kaleye şut çekip ‘gol’ diye
bağırdı. Şarapçı abilerden biri yanıma yaklaştı. Bir zigarağ verdim. Filtresiz
Camel’ı görünce gözleri parladı. Bir tane de ben yaktım kibritle, ellerim
titremedi. Vasati 39 çöp… Bir daha hiç kibrit kullanmadım. Oturduğum banktan
kalktım. Tüten dumanımın arkamdan süzüldüğünü düşleyerek meydana doğru
yollandım. Giderken en sevdiğim ağacın sırtını sıvazladım.
O günden yıllar yıllar sonra; yine
oralarda; “kamyonetler” üzerimize sürüldüğünde, gözlerimiz yaşarıp, genzimiz
cayır cayır yanarken; korktuğumuzu göstermeyişimiz bundandır. Korktukça
alışmamız, çoğaldıkça o parkta köklerimizi salmamız, kardeşçe asırlarca yan
yana durmamız, birbirimize sahip çıkmamız bundandır.
Dallarımız titrer, mum alevi gibi
titreriz kaybettiklerimizin arkasından ama ağaçlar gibi hür olmak da isteriz.
Ne gencizdir ne yaşlı… Bizim de
yaşımızı ancak ortadan ikiye bölünce, kalbimizdeki umut dolu halkalardan
anlarsınız.
Bir gün bir parkta; bu kez bir
ağaç sizin sırtınızı sıvazlar, o zaman en doğrusunu yaptığınızı kavrarsınız.
Kale falan olmasa da ortada;
attığınız şut apaçık gol olmuştur.