30 Temmuz 2013 Salı

25 yıl önce o Park'ta...



Bana İstiklal Caddesi’nde dikiz aynasıyla kamyonetin biri çarpmıştı bir zamanlar.
Küçüktüm, yuvarlandım. Titredim korkumdan. Zangır zangırdı ellerim. Ağladım da biraz. ‘Ne oldu küçük’ diye soranlara ‘yok bişey gözlerim sulandı’ dedim, “hastayım” dedim.Okula gitmedim o gün.
Kırdığımız zamanlar ya ‘Paris’e kahveye bilardo oynamaya giderdik ya da ‘Fehmi Baba’ya bira içmeye… O da, abiler görmeden yapılacak. Dedim ya daha küçüğüz o zaman. Okulda, Beyoğlu’nda henüz borumuz o kadar da ötmüyor.
Ama o saatte, yani daha ilk ders zili çalmamışken okul da kırsam ne kahveye gidecek hal var ne de o saatte bira patates yapacak kadar bitirim olmuşum henüz. Ne ıstaka tutabilirim bu titreyen ellerimle ne de Fehmi Baba’nın bira bardaklarını…
Şimdi yekten eve gitsem, bir sürü tatava; ‘niye okula gitmedin, ne demek kamyonet çarptı, hastaneye gidelim’ falan filan…
Oysa, sadece biraz oturup sakinleşmeye ihtiyacım var. Titremem yavaş yavaş geçecek. Aklımdan çıkacak korku.
Korku zamanla geçiyor biliyor musunuz? Korktuğun şeye, ayakta kaldıkça alışıyorsun. Korkmayan insan aptaldır. İnsan, aslında korkarak hayatta kalır.
Mesela ağaçlar… Uzun ya da kısa; ömürleri boyunca hep için için çürümekten ya da okumuş mühendis çıkmış birinin yaptığı hızar motorunun sesinden korkarlar. Yaşlarının belli olmasından korkarlar ölürken… Emin olun köküne kadar yok olup gitmeden önce bu dünyadan, mutlaka iki çocuk gelip gövdenin hızarla biçilmiş yerindeki halkaları sayıp yaşını tahmin edecektir o ağacın.
Yine de; korksalar da ayakta kalır ağaçlar. İçlerini o korku kemirse de; etraflarını saran betonlar, temeller içlerini çürütse de korktuklarını belli etmezler.
Bir orman dolusu, bir park dolusu ağaç da korkabilir ölmekten. Ama birbirlerine güç verirler… Çaktırmazlar hiç. Hep beraber, ayakta korkuya karşı direnirler…
Okulun kapısını, Fehmi Baba’yı, Paris’i pas geçip cebimdeki 3 kuruşla Pasaj’ın girişindeki tütüncüden bir filtresiz Camel alıyorum, bir de kibrit; vasati 40 çöp…
İki kişi olsak paraları birleştirir Gauloises, Gitanes falan da alabilirdik. Belki yanına bir çakmak. Yürürken kibrit yakmayı hala beceremiyorum. Elim titrerken nasıl olacaksa o iş…
Galatasaray’dan Taksim’e doğru yürümeye koyuluyorum hesapsız. Az önceki kamyonetten anlayacağınız gibi İstiklal’den arabalar geçiyor o zaman. Daracık kaldırımlarda tıklım tıkış, karşılıklı yürüyoruz.
Tramvay henüz muhteşem dönüşünü yapmamış. Alkazar’da, Rüya’da festival filmleri değil matineleri devamlı iki film birdenler gösteriliyor. Sanıyorum şu anda onlara bile girsem bu titreme geçmez. O derece gerginim.
Şimdi artık olmayan Emek Sineması’nın girişinde BAB Kafeterya var hep takıldığımız. Ben bir müzik kutusunu ilk kez orada gördüm biliyor musunuz? Ama jeton almak için hiç para ayıramadık. Ya bira içtik, ya sigara aldık ya da sinemaya gittik harçlıklarla.
Dönüş için otobüs bileti parasını hep ayırdık. Mavi kart çok pahalıydı, taksiye babamlar zor binerdi zaten ama; çok şahane bir hayatımız vardı. Taksim, Beyoğlu komple bizimdi be… Hiçbir şeyden korkmuyormuşuz gibi gelirdi…
Fransız Konsolosluğu’nun kafesine mi uğrasam? Bir çay içerim, hem başka okullardan kırmış kızlar falan olabilir orda. Onları kesersem titremem geçer mi yoksa daha mı çok titrerim…
Çok yalnızım ulan şu anda… Hani şarkıda vardı, sebepsiz duygulanırdım duyunca “lambada titreyen alev” gibi üşüyorum.
Konsolosluk da geride kaldı artık. Anıtın oraya geldim. Seneler seneler evvelden bir fotoğraf karesi var zihnimde dedem göstermişti; sisli puslu, taşlı topraklı, az insanlı bir Taksim… Anıt o zaman daha bir yalnız.
Hemen yanından aşağı devam etsen, konsolosluğun yanından; meşhur “Dingo’nun Ahırı” var orda… Çalışmaktan, açlıktan yorulmuş; ölümü, bir arabanın önüne koşulmuş vaziyette, sırtına yediği kamçıların iç acıtan şarkısı eşliğinde bekleyen emekçi atlar var. Artık tek beygir gücünde bile değiller, yağ yakıyorlar, kemik kırıyorlar… Bir de Dingo var… Dingo at değil, patron… Orası pek hareketli bu yüzden. Şimdilerde tramvayların park ettiği yeri biliyorsanız, oranın o ahır olduğunu hayal etmeye çalışın. Dingo’nun gözündeki para hırsını, atların çaresizliğini… Ya da düşünmeyin, ne bileyim…
Yürümeye devam ediyorum. Göz ucuyla; beni her gün eve götüren 559C sefer sayılı Rumeli Hisarüstü halk otobüsünün indi bindi yaptırdığı durağa bakıyorum. Yok, hemen eve gitmeyeyim şimdi. Nasıl olsa yarım saatte bir geliyor otobüs. Bizimkiler derse girmiştir artık. Ellerimi ceplerimden bile çıkartamadım ki daha, geçmedi o titreme… Ne okula dönebilirim ne eve gidebilirim…
Aklıma komik şeyler geliyor. Bu mavi otobüsler özel muavinli diye halk otobüsü de öbür Leyland’lar, troleybüsler, Magirus minibüsler, direksiyondan vitesli kadillak dolmuşlar saraylılar için mi? Onlar hep daha kalabalık oluyor oysa.
Yaşlı biri gelip dikilince başıma, bir kez olsun uyuyor numarası yapamadım be kardeşim otobüslerde. Hep doğrucu Davut.
Şimdi o yer verdiğim; kucağında çocuklu teyzeler, amcalar, nineler, hamileler; uyarıya rağmen hiç karşılaşmadığım harp malulleri, konuşmamızın yasak olduğu belediye otobüsü şoförleri, basamakta durunca çarpan otomatik kapılar; hepsi sizlere ömür olmuş mudur? Nerden baksan 25-30 yıl önce…
Hamile ve çocuklu kadınlar yaşıyordur. Çocukları büyümüştür ne güzel… Ağaçlar gibi dimdik duruyordur anneler…
Bunlar aklımdan geçerken evlendirme dairesine doğru yaklaşıyorum. Hemen karşısında çay bahçeleri var. Ara sıra buralara takılırız okul çıkışında. Geyik yaparız, gazete okuruz, okuduğumuz kitaplardan dünyayı yalayıp yutmuşçusuna bir özgüvenle bahsederiz birbirimize…
Geçen güzel kızlara iç geçiririz. Çay üstüne çay içeriz. Daha çok çay içip daha uzun oturabilmek için tosta para harcamayız.  O boktan karbonatlı çaylar midemizi bulandırana kadar konuşur dururuz. Ağız dolusu kahkahalar atarız. Lan neye gülüyormuşuz o kadar çok o zamanlar biz acaba… Mutlaka buluyorduk makarasını yapacak bir şeyler işte… Şimdi niye bulamıyorsak…
Çay bahçelerinin hemen arkası Gezi Parkı. Oraya da takıldığımız, saatlerce öylece oturduğumuz olur. Park bedava; bu güneşin, gök kubbenin altındaki bütün ağaçlar, bütün banklar bizim.
Gece gündüz parkta takılan abiler var mesela; şarapçılar, sabah sabah köpek öldürenle gargara yapmış ses renkleriyle “bi zigarağ versene” diyen abiler…
Bizden küçük çocuklar var mesela; güler yüzlü Kürt çocukları… O zamanlar Kürt de diyemiyoruz, sokak çocuğu diyoruz onlara.
Bir topun peşinde ve parkın içinde; top nereye giderse hep birlikte oraya doğru koşarlar. Amaç sadece topa vurmaktır. Nereye vurduklarının bir önemi yoktur. Bir top, bir park yeter aslında… Hiç usanmaz saatlerce seyredersin. Bir keresinde beni hakem yapmışlardı. Kaç kaç bitti? Kim bilir…
Lan eskiden kışla mıymış burası? Şu koca ağaçlar doğmadan önce; şarapçı evsiz ağabeylerden çok evvel, Kürt çocuklar top oynamazken, büyük büyük ninem genetik dedelerden birinin beşiğini tıngır mıngır sallarken…
Anıtın olduğu yerde de kışlanın mühimmat deposu mu varmış öyle bir şey… Onun aşağısı Dingo’nun ahırı… Ulan öyle Taksim mi olur… Şehre su dağıtan uyduruk bir yer. Altı ahır üstü kışla… O atlar kesin ölmüştür, o yeniçeriler de…
Sabahın köründe kimsecikler yokken, parktaki banklardan birine oturdum. Koca ağaçlara baktım. Bir gün ayakta da olsa ölme ihtimallerine ve asırlarca kalsalar içten içe çürüdüklerini  bilmelerine rağmen bir gölgeyi esirgemiyorlardı. Hızarların, kepçelerin motor sesleri yıldırmıyordu onları. Aptal değillerdi onlar da korkuyorlardı. Ama hep birlikteydiler, omuz omuza duruyorlardı ya da bana öyle geliyordu. Sanki şu öbürünün omzuna atmıştı dallarını… Öbürünün yorgunluktan öne doğru eğilmişti biraz gövdesi, diğeri sanki onu tutmak için fırsat kolluyordu… Birlikte ne kadar güçlü olduklarını biliyorlardı o parkta omuz omuza… Korkuyorlardı, ama korku zamanla geçiyordu biliyor musunuz? Korktuğun şeye, ayakta kaldıkça alışıyorsun. Korkmayan insan aptaldır. İnsan, aslında korkarak hayatta kalır. Hiç korkmadıklarını sandığınız bu koca ağaçlar gibi…
Birden bir gülümseme yayıldı yüzüme… Kürt çocuklardan bir tanesi olmayan bir kaleye şut çekip ‘gol’ diye bağırdı. Şarapçı abilerden biri yanıma yaklaştı. Bir zigarağ verdim. Filtresiz Camel’ı görünce gözleri parladı. Bir tane de ben yaktım kibritle, ellerim titremedi. Vasati 39 çöp… Bir daha hiç kibrit kullanmadım. Oturduğum banktan kalktım. Tüten dumanımın arkamdan süzüldüğünü düşleyerek meydana doğru yollandım. Giderken en sevdiğim ağacın sırtını sıvazladım.
O günden yıllar yıllar sonra; yine oralarda; “kamyonetler” üzerimize sürüldüğünde, gözlerimiz yaşarıp, genzimiz cayır cayır yanarken; korktuğumuzu göstermeyişimiz bundandır. Korktukça alışmamız, çoğaldıkça o parkta köklerimizi salmamız, kardeşçe asırlarca yan yana durmamız, birbirimize sahip çıkmamız bundandır.
Dallarımız titrer, mum alevi gibi titreriz kaybettiklerimizin arkasından ama ağaçlar gibi hür olmak da isteriz.
Ne gencizdir ne yaşlı… Bizim de yaşımızı ancak ortadan ikiye bölünce, kalbimizdeki umut dolu halkalardan anlarsınız.
Bir gün bir parkta; bu kez bir ağaç sizin sırtınızı sıvazlar, o zaman en doğrusunu yaptığınızı kavrarsınız.
Kale falan olmasa da ortada; attığınız şut apaçık gol olmuştur.