9 Kasım 2007 Cuma

POP NEREYE


HÜRRİYET/2005
Bir zamanlar evden kaçıp geliyorlardı.

Yetmişli yıllarda niyetleri artist olmaktı. Seksenlerde ise şarkıcı olmak istediler.

Yeşilçam, nasıl sinemada şansını denemek isteyenlerin hayallerini süslüyorsa yetmişlerde; seksenlerden sonra Unkapanı da aynen Yeşilçam gibi, şöhrete ve paraya giden yolun simgesi oldu.

Yeşilçam, önce kendisi için yerini yurdunu terk edip İstanbul’a gelenlerin filmlerini yaptı; sonra da Unkapanı hikayelerini anlattı.

Yapılan tüm filmler, gizliden gizliye “durun gelmeyin kötü yola düşersiniz; her önüne gelen artist, şarkıcı olamaz” dese de; bu kısa yoldan gerçekleşecek şöhret ve para göçünün önü doksanlara kadar alınamadı.

Bugün, iki binli yılların başında, ne Yeşilçam Sokak’ta rejisör avına çıkmış taşralı kızlar ne de Unkapanı’nın merdivenlerinde İbrahim şarkıları söyleyerek keşfedilmeyi bekleyen küçük şarkıcı adayları var.

O günlerde Türk sineması ya da müziğinin altın çağlarını yaşadıklarını, ilginin arttığını, sektörlerin büyük bir hızla büyüdüklerini düşünenler de vardı belki.

Ancak Türkiye’de başka birşeyler oluyordu.

Kentleşemeyen kentlilerin yapması gerekeni, köylerini kente taşıyanlar bir güzel yapıyor; birileri de olan bitene tu kaka diyerek güya kendini koruyordu.

Sizin de geçmiş yıllara dönüp baktığınızda, her şeyin ne büyük bir hızla değiştiğini fark ederek dehşete kapıldığınız olmuyor mu?

Doğrusu sinemalarda Küçük Emrah filmlerinin oynayıp gişe yaptığı seksenlerin ikinci yarısını (dolayısıyla küçük şarkıcılar furyası işkencesini), Komedi Dans Üçlüsü’nün pazar günleri eğlencelerindeki zıp zıp danslarını, Hakan Peker ve dans grubunu, Grup Vitamin’i, Mustafa Topaloğlu’nun delirerek saçlarını kırmızıya boyattığı anı, “Ayağında Kundura”yı söyleyen mahcup İbrahim Tatlıses’i ve diğer birçok olayı anımsayınca popüler olan müziğin de aslında ne denli tuhaf bir güzergah izleyerek değiştiğini idrak ediyor insan.

O küçük şarkıcılardan geriye bir tek Emrah kaldı. Komedi Dans Üçlüsü’nden mezun Erol Köse, dansı bırakmaya karar veren Hakan Peker, Vitamin’le şöhret olan Ercan Saatçi, o yılların arabesk ikonu İbrahim Tatlıses; bugün Türkiye’nin önde gelen müzik şirketlerini yönetiyorlar.

Mustafa Topaloğlu da biraz olsun aklına mukayyet olmayı becerebilseydi kardeşi ile birlikte Prestij Müzik’i yönetiyor olacaktı.

Enteresan değil mi?

Düşününce insan hem değişime, hem de bu ülkede bu işin nasıl böyle kendiliğinden yürüyebildiğine akıl erdiremiyor.

Aslında Türkiye’de müziğin sektör olamayışına, televole kültürü ile beslenen şöhretlere, tornadan çıkmış şarkılara pek de şaşırmamak lazım.

Doğada her şey neden-sonuç ilişkisiyle gelişiyor.

Ve belki de Türk popüler müziği, değişimin içindeki mesajları iyi okuyup, bu işin geleceğine yön verecek yaratıcı insanları bekliyor.